
ABD Başkanı Donald Trump’ın 33 yıl sonra nükleer silah testlerine yeniden dönme talimatı, küresel dengeleri sarsabilecek nitelikte tarihi bir eşik. Bu adım, yalnızca Washington’un askerî stratejisinde değil, dünya güvenlik mimarisinde de Soğuk Savaş sonrası dönemin kapanmakta olduğunu gösteren güçlü bir işaret.
Açıklamanın, Trump’ın Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile görüşmesinden hemen önce gelmesi, mesajın yönünü belirgin kılıyor. Bu çıkış yalnızca Rusya’ya değil; aynı ölçüde Pekin’e dönük. Çünkü ABD, artık Çin’i bölgesel değil, nükleer güç dengesini zorlayan küresel bir rakip olarak okuyor. Çin’in son yıllarda nükleer başlık sayısını ikiye katlaması ve kıtalararası vurucu kapasitesini çeşitlendirmesi, Washington’da ciddi bir alarm duygusu yarattı. Rusya’nın geleneksel doktrinlerin ötesine geçen Poseidon gibi sistemler geliştirmesi de bu kaygıyı derinleştirmiş durumda.
Dünya ilk kez nükleer çağın kapısını 16 Temmuz 1945’te aralamıştı. ABD’nin New Mexico çölündeki Alamogordo bölgesinde (Trinity Test Sahası) yapılan o deneme, Hiroşima ve Nagazaki’ye giden süreci başlattı. Bugün gelinen noktada ise Washington, 1992’den beri sürdürdüğü fiilî nükleer test moratoryumunu bozma hazırlığında. Bu karar, uluslararası güvenlik düzeninin temelini oluşturan iki kritik ilkeyi zorlayan bir nitelik taşıyor: Nükleer silahların yayılmasını sınırlamak için 1970’te yürürlüğe giren NPT’nin (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi) “silahsızlanma ve yayılmayı önleme” ruhuna aykırı düşmesi ve tüm nükleer patlama denemelerini yasaklamak üzere 1996’da kabul edilen CTBT’nin (Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı) fiilen geçersizleşme riskini doğurması. ABD her ne kadar CTBT’yi imzalayıp Senato’da onaylamadığı için hukuken bağlı olmasa da, bu çizgiye 30 yılı aşkın süredir fiilen riayet ediyordu.
ABD’nin bu adımı, yalnızca Rusya ve Çin’i değil; Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore gibi hassas dengedeki ülkeleri de yeniden “karşı test” yarışına sürükleyebilir. Eğer böyle bir zincirleme reaksiyon oluşursa, Soğuk Savaş döneminden bu yana inşa edilen silahsızlanma anlayışı büyük bir darbe alır ve nükleer silahlanma yarışı yeniden hız kazanır.
Trump’ın çıkışının iç politikaya bakan yönü de göz ardı edilemez. Seçim atmosferinin giderek sertleştiği bir dönemde “güçlü lider – güçlü Amerika” söylemini tahkim etmeye çalışıyor. Cumhuriyetçi tabanda karşılığı olan “sert caydırıcılık” çizgisi, bu kararı iç kamuoyu açısından da anlamlı kılıyor.
Türkiye açısından tablo iki yönlü okunmalı. Küresel gerilimin arttığı dönemlerde Ankara’nın jeopolitik değeri yükselir; doğru diplomatik reflekslerle manevra alanı genişleyebilir. Ancak aynı sertleşme, NATO–Avrasya dengesi arasında daha dikkatli ve akılcı bir yönetişimi zorunlu kılar. Böylesi bir süreçte Türkiye’nin hem rasyonel caydırıcılık aklı hem de itidalli diplomasi çizgisini koruması önem taşıyor.
Son tahlilde Trump’ın bu talimatı, teknik bir savunma prosedüründen ibaret değil; yeni bir nükleer dönemin kapısının aralandığını işaret eden siyasi bir beyan niteliğinde. Bu kez nükleer risk yalnızca patlayıcı güçten kaynaklanmıyor; nükleer kapasitenin yapay zekâ, hipersonik sistemler ve insansız platformlarla birleşme ihtimali insanlığı bambaşka bir sınamaya taşıyor.
Bugün dünya liderlerinin önünde kritik bir tercih duruyor:
Nükleer aklı dizginleyip güvenliği koruyan bir yol mu, yoksa caydırıcılığı güçlendirme söylemiyle insanlığı yeni bir karanlığa sürükleyecek yol mu?
Tarih, bu dönemi ya aklıselimin hâkim olduğu bir kırılma anı ya da nükleer hırsın insanlığı körleştirdiği bir çağ olarak yazacak.